Kelebeğin Rüyası (2013)

22 February 2013
 · 
5 min read
Featured Image

[vc_row][vc_column][vc_column_text]

Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat'ın paylaştığı film, II. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak'ta yaşayan ve genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun yaşam öyküsünü anlatıyor. O dönemde şairlerin Mehmet Çelikel Lisesinde edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil'i de Yılmaz Erdoğan canlandırmaktadır.

("Spoiler" vermeden aktaracağım bir yazı olacağını belirtmek isterim.)

Kelebeğin Rüyası filminin ilk sahnesi, bana uzun zamandır sinemada güzel bir Türk filmi izleyemediğimi anımsattı. Tek planda çekilen güzel bir sahnenin, "slow-motion" diliyle ne kadar güzel anlatılabildiğini gösterdi. Fazlaca hızlı değişen kamera açılarındansa, üzerinde bir emeğin olduğunu hissettirdi. Bu yüzden öncelikle Yılmaz Erdoğan'a teşekkür etmek lazım. Fakat azımsanmayacak şekilde filmde etkisini görebildiğimiz, filmde senaryosunun ve anlatımının güzel olmasının yanı sıra, filmin Görüntü Yönetmeni, Gökhan Tiryaki'nin ellerini sıkıp, tebrik etmek gerek. Senaryo ne kadar güzel olursa olsun, görsel anlatım yetersiz kaldığında ne kadar etkisiz olabileceğini hatırlattı bizlere. Hatta film bittiğinde görüntü yönetmeninin beklerken, yabancı bir isim beklediğimi söylemek ayıp olmaz. Gerçekten de Türk Sineması'nda aslında çok güzel işlerin yapılabildiğini gösteren bir yapım Kelebeğin Rüyası. Recep İvedik gibi 3-5 günde çekilen yapımların, Türk Sineması adı altında adledilip, gişe rekoru söylemlerine dahil olması, zaten sektörü en çok yaralayan şey. Kelebeğin Rüyası gişede nasıl bir başarı yaparsa yapsın, değeri çok yükseklerde olduğu bilinmeli.

Öncelikle film kesinlikle sinemada izlenmeyi hak ediyor. Görüntüsüyle, anlatımıyla, kurgusuyla, oyunculuklarıyla hakkını veren bir yapım. Oyunculuklara gelirsem, Mert Fırat, takdir ettiğim oyunculardan olmuştur, özellikle Başka Dilde Aşk filmindeki oyunculuğu zaten üst noktaya da çıkarmıştı ki, bu filmde çıtasını iyice yükseltmiş. Kendisiyle bir festival sonrası tanışma fırsatımda ise, birebir o mütevaziliğini hissettirmesi hakikaten kişiliğiyle ve oyunculuğuyla iyi yerlere geleceğini hissettirmişti. Bu film de oyunculuğunu rolüne çok iyi aktardığını söyleyebilirim. Kıvanç Tatlıtuğ ise kendini çok geliştirip, mütevazi halini filme çok iyi yansıttığını düşündüğüm bir oyuncu haline dönüşmüş. Ön yargılar olur, oyuncu geçmişiyle gelmediği için ki Kuzey Güney izlemediğimden son dönüştüğü hali hakkında çok fazla bilgim yoktu. Oyuncunun zayıf hali, karakteri yansıtan tırnak yemesi, kambur duruşu ve genel halleriyle rolüne çok iyi oturmuş. Hani filmde yerine başkasını koyamadığınız bir karakter haline dönüşmüş. Filmdeki tek göze batan oyuncu ise, Belçim Bilgin. Rol üzerine oturmadığı gibi bol geldiğini düşünmekteyim. Yılmaz Erdoğan'dan dolayı torpilli halini baştan sonra hissettirmekte. Filmin sadece son kısmında biraz bunu azaltsa da genel olarak baktığım da role yakışmaktan çok uzak olduğunu düşünüyorum. Keşke o role yakışabilecek daha farklı bir oyuncu seçilseydi, dört dörtlük bir yapımın, bu eksikliğiyle nazar boncuğu da sayılabilir.

Film uzun gibi gelebiliyor, fakat bir iki sahnesi harici bunu size hissettirmiyor. Bu açıdan bence çok başarılı. İnternetten okuduğum bir yorumda "Kelebeğin Rüyası uzun bir şiir, filmde kısaltılamazdı" sözü açıkçası çok doğru geldi. Filmin anlatımında, iki şairin veremden dolayı kısa süren yaşamlarını, çok iyi aktarıyor. İzlerken, aslında elimizde ne varsa kıymetini bilmemiz gerektiğinin altı fazlaca çiziliyor. Şairleri, aşklarını anlatan bir çok, şiire duyulan aşkı anlatan bir film olduğu için, açıkçası beni çok etkiledi. Ki bunu en güzel anlatabilecek insanlardan birisi Yılmaz Erdoğan. Zonguldak'ta yaşayan şairlerin yaşadığı bölgenin güzellikleri, yeşillikleri ve denizinin aktardığı, aşkın şiirlerle süslü hali gibi.. İnsana şiir yazdırabilecek, ilham aldırabilecek o kadar çok şey var ki, şüphesiz Aşk bunların tuzu biberi gibi filmde..

Filmde 2 söz vardığı çok beğendiğim. Birincisi "Acıya gerek yok, biz de yeterince var zaten." sözü çok etkileyiciydi. Sırf bu sebepten hemen not aldım galiba. İkincisi ise bir mektupta geçen "Unutmak değil ama hatırlamamak mümkün." sözü can alıcı cümlelerdi.

Sözün özü, gerçekten sinemada izlenmesi ve hakkının orada verilmesi gereken bir film. Bu tarz yapımlara destek verilmeli. Türk Sineması denilen ismin altına, adları altın harflerle yazılmalı. Çünkü bunu her şeyden çok hak ediyor. Şiire, şaire verdiği kıymet, ve bilinmeyenleri gösterip, adı çok duyulan ama kendisi günümüzde çok bilinmeyen bir hastalığın, iki gencin hayatını ne kadar çok kötü şekillendirdiği ve buna rağmen, yazmaktan vazgeçmeyişlerinin hikayesini aktarıyor.

Eşinin Rüştü'ye söylediği söz gibi: "Sen kötü şeyleri, çok güzelmiş gibi söyleyebiliyorsun."

Filmin özeti de bu söz gibi, kötü olanı bile güzel gösterebilmek, büyük başarı.[/vc_column_text][vc_video link="http://www.youtube.com/watch?v=Q4fMekvVqQ8"][/vc_column][/vc_row]

Comments

No Comments.

View